Bugünkü resmi adıyla Ho Chi Minh hala sıkça eski adı ile Saigon olarak zikredilmekte. Daha sonradan gideceğimiz Hanoi’den farklı olarak iklim burada tropikal, yapış yapış bir hava var. Caddeler yüzlerce motorsikletin her an birbirine çarpacakmış gibi geçmesiyle tam bir keşmekeş, Vietnam’aki ilk günümüzde karşıdan karşıya geçmeyi nasıl başarıyoruz inanılmaz, hiçbiri durmadığı gibi birbirine de yol vermiyor, anlamadığımız bir matematiği var burada trafiğin. Oteller bölgesi şehrin aynı zamanda en Batı özentisi en cafcaflı yeri, ünlü markaların mağazaları peş peşe birkaç dört yol ağzını tutmuş, önünde her daim fotoğraf çeken yerliler. Dümdüz parka doğru ilerliyoruz, yollarda yemek satan, çiçek satan, neredeyse hep ama hep kadınlar. Vardığımız meydan Fransızların 19. yüzyılda şehrin merkezi olarak kurdukları ve imzalarını attıkları yer. Fransız sömürge döneminden miras kalmış Postane son derece zarif gotik ve rönesans mimarisi karışımıyla meydana doğru kapısı açık bizi içeri çağırıyor. İçeri giriyoruz, kartpostallar, pullar, her gördüğümüzden ikişer üçer alıp bir banka oturuyoruz, içeride bir hareketlilik, sanki postane birden tren istasyonuna dönüşecek, ana holden arkaya doğru peronlar başlayacak ve biz birine binip gideceğiz. Ama hayır burası bir Avrupa şehri değil. Dışarı çıkınca meydanın bir başka köşesinde yine Fransız Indochine’inden hatıra Notre Dame Bazilikası. Kırmızı kiremitleriyle yeni bir bina gibi sanki, böyle tropikal ülkelerde Batı’dan ihraç edilen dini yerler ciddiyetini Avrupa’nın soğuk ikliminde bırakıp buradalardaki yeşile sıcağa uyup gevşiyor sanki. Din sanki kabuk değiştirip bir kartpostala dönüşüyor.