Bu sefer kuzeye doğru ilerliyoruz, Pasifik sol tarafımızda, gün batıyor, günün batışı o kadar uzun sürüyor ki kırmızı ve turuncunun her tonunu doya doya seyrediyoruz. Los Angeles’a vardığımızda hava kararmak üzere. Koca bir metropole vardık, ana tren istasyonu Union Square’deyiz. Herkesle birlikte şehrin içine girmek için çıkıyoruz, ne yapacağımız konusunda pek bir fikrimiz yok. Herkes bize Los Angeles’ın devasa büyüklükte bir alana yayılmış, bir yerden bir yere ulaşmanın hayli güç olduğu ve arabaya bağımlı olacağımızı söylediği bir yer. Biz de kapatmak üzere olan araç firmasına yaklaşıp ellerindeki son arabayı kiralıyoruz. İstasyonun otoparkında bize anahtarları teslim eden görevli günü bitirmenin keyfiyle hızlıca uzaklaşıyor. Büyük metalik mavi bir arabamız var, binip dışarı çıkıyoruz. Günlerdir trenin içinde alışageldiğimiz yavaş ritim birden vızır vızır giden arabaların arasında son buluyor. Sudan çıkmış balık gibiyiz… 7 şeritli otobanlarda yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Los Angeles’ta araba kullanmak Avrupa’dan gelen biri için biraz farklı, anayollarda hız yaparak ve navigasyona rağmen bir bilmece çözmeye çalışmak sizin için sorun değilse burada mutlaka araba kiralamanız gerekiyor.