Prado müzesinin birinci katı, on iki numaralı odası, yan yana duran portrelerin ortasında diğerlerinden ayrılan bir resim. Resimdeki dokuz kişi bir odanın içinde, tam ortada resmin odak noktası bir küçük kız çocuğu ve yanında bakıcıları olduğunu anladığımız iki genç kız. Sağ köşede bir cüce ile bir erkek çocuğu, yerde bir köpek, arkalarında orta yaşlı bir çift. Sol köşede ressam elinde paleti ile tuvalinin önünden yana doğru eğilip karşıya, herhalde resmettiği şeye bakıyor, tuvalde ne olduğunu görmüyoruz. Arkada koridora açılan kapıda bir adam odaya giriverecek gibi, ya da çıkmak üzere. Duvarda tablolar asılı, daha geç farkettiğimiz üzere ressamın arkasındaki duvardaki tabloda bir çift, tablo mu bu yoksa ayna mı ve karşısında duran çiftin aynaya yansıyan görüntüsü mü bu çift, yoksa tuvaldeki resmin yansıması mı… 1656 tarihli bu resim Madrid’deki Alcazar Sarayı’nın bir odasını gösteriyor, bu sahne gerçekten yaşandı mı bilmiyoruz, saray ressamı Velazquez bu anı kafasında kaydedip sonradan da yapmış olabilir. Müzede bu tablonun önü hiç boş kalmıyor, onlarca ziyaretçi farklı dillerde üç metrelik tablonun önünde durup dakikalarca konuşuyorlar. Ne konuştuklarını tahmin etmeye çalışıyoruz, ressam izleyiciye mi bakıyor; hayır ressam resmettiği kralla kraliçeye bakıyor olmalı (çünkü yansımalarını görüyoruz aynada). Tablonun merkezinde bulunan çocuk prenses annesi ile babasına mı bakıyor, nedimeler prensese, arka koridordan çıkıveren seyirci odaya bakıyor. Kral ile kraliçe aynadaki yansımalarına mı bakıyor yoksa ressama mı, seyirci, bu tablonun içinde olmasa da varlığıyla dışında olduğunu bildiğimiz ve resmin bir parçası olan seyirci ressama mı bakıyor yoksa prensese mi? Resmin merkezinde aslında kim var? Yaklaşık dört yüz yıldır çözülememiş bir bulmaca gibi üzerinde konuşulan Velazquez’in Nedimeler tablosuna şöyle bir bakıp geçmek pek mümkün değil… Kelimeler ve Şeyler’in açılış bölümünde Nedimeler tablosunun uzun bir analizini yapan Fransız düşünür Foucault der ki, “…gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir.” Velazquez belki de gördüğü şeyi anlatmanın imkansız olduğunu söylüyordu… Sanat tarihçileri İspanyol resmini karakterize eden en önemli özelliğin ‘kuşkucu’, ‘şüpheci’ olduğunu söylerler. Velazquez resimlerinde insanların yüzleri sanki gerçek değil de rüyanızda görmüş olduğunuz yüzler gibidir, “sanki gözlerine katarakt inmiştir”, neye baktıkları aslında kim oldukları belli değildir, ölmüş ve dirilmiş gibi, ya da kim olduklarını gizliyorlarmış gibi… Aynada gördüğünüz yüzünüzün hem sizin tıpatıp aynınız hem de aslında gerçekte siz olmamanız gibi bir durumdur bu. John Berger bu ‘kuşkucu’/‘şüpheci’ özelliği İspanya’nın coğrafyası ile ilişkilendirir. İspanyol coğrafyası çöldür, yokluk ve hiçlik hissi o toprakların insanına işler. Gerçekten de İspanya’nın ortası zamansız bir yer gibi, baktığınızda büyük bir kahverengi boşluk gördüğünüz, görünen ‘hiçlik’ dışında bir şeyin olmadığı, özün ve mananın görünenin dışında başka bir yerde olması gereken bir coğrafyadır. Berger’e göre İspanyol resminin ustaları tüm görüntüleri sadece yüzeysel bir örtü ile örtülmüş gibi resmetmişlerdir. Velazquez’in resimlerinde insanların gözleri sanki perdelidir, ifadelerinde bir vazgeçmişlik belirtisi vardır, sanki konuşulamaz olanı görmüşler ve var olan onları artık etkilemiyor gibidir. Dolayısıyla görünür olan sadece bir ilüzyondur.
Bazı eleştirmenlere göre Nedimeler tablosu iktidarla ilgili bir temsil. Dönemin İspanya’sında Kraliyet Ailesini halk ile birlikte resmetmek yasaktı, resimde Kral ile Kraliçe’yi görmüyoruz ama varlıklarından haberdarız, ressam onların resmini yapıyor ve yansımaları aynada. Ama Velazquez sadece kraliyet ailesininin resmini yapmadı, sıradan insan, saray ahalisini eğlendiren cüceler, mitolojik karakterler… Velazquez’in baktığı herkes resminde nasibini aldı, ‘görünenin hakkı görünene, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya’, bu düalizm onun resminin felsefesini oluşturdu. Velazquez’in hayatı üç şehirde geçti: Sevilla, Venedik, Madrid. Doğduğu Sevilla’da daha çocuk yaşlarda yetenekli olduğu fark edilmişti, resim sanatının merkezi İtalya’da iki defa yaşadı, hem Rönesans hem Flaman resim tekniğini öğrendi. Madrid’de Kraliyet Sarayı’nın ressamı olduğu dönemde portre resimleri yaptı (Nedimeler tablosunun tarihi ölümünden sadece birkaç yıl önce). Yaşadığı İspanya dönemin Avrupa’da en güçlü devleti idi- on altı ve on yedinci yüzyıllar, İspanyol tarihinde Altın Çağ denilen dönem, aynı zamanda İspanyol resminin Protestanlığa karşı gelişen Katolik karşı-reform hareketinin öncülüğünü yaptığı da dönem. Buna karşın, Velazquez’in dini referans almadan iktidarla ilgili bu kadar soyut bir ifade gücü olması onun resminin tartışılamaz tekniği ve kompozisyon harikasından çok onun felsefi bir soru ortaya koymasından kaynaklanıyor. Otoritenin yönetenden çok anlatana, hikayenin anlatıcısına, o baktığı, o gördüğünü resmettiği için, ona verildiği bir tablo. Resimdeki ressam tuvalinin arkasından seyirciye, yüzyıllardır ona bakan milyonlarca insana, ya da insanoğluna, insan denen canlıya bakıyor, ‘sen neden buradasın?’ diye soran meraklı bir bakış ile.