Kotor koyu ile aynı adı alan Kotor şehri ilk bakışta tam bir ortaçağ eski İtalyan şehri görünümünde.
Koya bakan bir tepe üzerinde etrafını saran duvarlarıyla enfes bir görüntüsü var. Oldukça eski bir tarihe sahip, Fenikeliler dönemine, M.Ö.ne kadar uzanıyor. Neredeyse 700 sene Roma egemenliği altında kalmış, Vizigotların işgaline uğramış, Sırp hanedanlar, Sloven kabileler, civarındaki tüm güçler kısa süreli de olsa egemenliği altına almış burayı. Kısa süreli bağımsızlık dönemini bu sefer Venediklilerce 300 sene kadar yönetildiği dönem izlemiş. Daha sonra Avusturya, Rusya, Fransa yönetmiş bu toprakları, 20. yüzyılın başlarında Yugoslavya’ya geçmiş. Bugün Karadağ sınırları içerisinde yer alıyor.
Hem Adriyatik’teki konumu hem de Avrupa’daki dağınık yönetim birimlerinden nasibini almış ama tüm bunlara rağmen güzelliğini korumuş. Denize açılan ana kapısından giriyoruz ve kendimizi dar sokakların labirenti içinde kaybolmaya bırakıyoruz. Yolculuk Kotor’dan kiraladığımız arabayla şehrin dışına çıkıp dağlara tırmandıkça ve tekrar aşağıya inip Kotor koyunu boylu boyunca katettikçe daha da güzelleşiyor. Kalabalıklar kayboluyor, koy üzerindeki minik kasabalarda durup denize kendimizi atınca iyice buralara aşık oluyoruz. Koyun dağların açısına göre günün her saatinde ayrı aldığı ışıklar buraya sinematografik de bir karakter katıyor. Kotor’dan biraz ilerleyince Perast, devam edip gece konaklamak için durduğumuz sakin Kostanjica, koyun karşısına feribotla geçip burayı da görmeden gitmeyelim dediğimiz daha meşhur, sosyetik ve kalabalık Budva, ve biraz daha ilerisinde Karadağ’ın kartpostallarında sıkça göreceğiniz adacığın üzerindeki kale - bugün bir otel- Sveti Stefan. Devamında Podgorica’ya giderken geçtiğimiz ve üzerinde tekneyle turladığımız Karadağ ve Arnavutluk topraklarında yer alan Balkanlar’ın en büyük gölü Skadar Gölü. Karadağ bizi şaşırtırken yeniden dönme isteğiyle Podgorica’dan ayrılıyoruz.