Machu Picchu’ya vardığımızda hemen girişteki idari bölümün odasına giriyorum ve derdimi anlatmaya başlıyorum: Huayna Picchu’ya girmek için Türk Büyükelçiliği’nden istenen ve Kültür Bakanlığı’ndan gelen iznim var, ne yapmam gerekiyor? Mailimdeki dosyayı gösteriyorum: ‘’2 Mayıs tarihinde ziyarete gelecek olan Didem Dogan’ın Huayna Picchu’ya giriş iznini bilgilerinize sunarım.” Ama bugün 1 Mayıs diye cevap veriyor görevli, iyi de ne önemi var, planlar değişti ve ancak bugün gelebildim. Yetkili burada değil ve ben bir şey yapamam, o zaman yetkilinizle konuşur musunuz? Türkiye’den alışık olduğumuz bürokratik formaliteler ve uzun bekleyişler burada daha da yavaş bir şekilde cereyan ediyor. Dakikalar ve saatler geçtikçe telaşlanmaya başlıyorum çünkü girmek istediğim yer için son giriş saati öğlen 12.00, tırmanacağım dağa inip çıkmak 2 saatten fazla zaman aldığı için. Sabırsızlanıyorum, kavgaya varacak derecede ısrar ediyorum. Neyseki kapanmasına 15-20 dakika kadar kala içeri alınıyorum. İlk girdiğim anda Machu Picchu beni büyülüyor. Gördüğünüz onlarca fotoğrafın karşınızda bir an belirmesi Stockholm sendromuna benzer bir etki yapıyor. Koşarak Huayna Picchu’nun kapısına gidiyorum, görevliler şaşkın, kapılar kapanmak üzere, ‘bu öğle sıcağında en tepeye kadar çıkabilecek misin?’, ‘ama ben ta Türkiye’lerden geldim!’, gruplar dönüş yolunda, bir sedye mi görüyorum yoksa, aman Tanrım. Üstüne ateşliyim de. Neyse, kaybedecek vakit yok, tırmanmaya başlıyorum, gerçekten zor, dar ince bir patika ve daha çok yol var, inenlere sorduğum sorular, durup durup ‘galiba bitiremeyeceğim’ demem, zirveye varmaya yakın dükkanı kapatıp aşağıya inen görevlilerden biri bana eşlik ediyor, şaşkın şaşkın boynumdaki fotograf makinesini alıyor ve beni çekmeye başlıyor, iyiki de herkes inmiş ve ben yalnız kalmışım en tepede, çünkü burası daracık, aşağıda uçsuz bucaksız vadi ve Machu Picchu, konuşa konuşa güle eğlene dönüş yoluna geçiyoruz.