Santiago müzeleri, kafeleri, zengin kültürel hayatı ile başkentin size sunabileceği her şeyi veriyor evet, ama okyanusu görmek istiyorsanız Valparaiso’ya gitmelisiniz!
Santiago’dan yaklaşık iki saatlik mesafedeki bu şehir banliyöleri ile birlikte Şili’nin ikinci büyük yerleşim bölgesi. 2003 senesinde kısa adıyla Valpo eski şehri Unesco Kültür Mirası ilan edilmiş. Renkli sokakları ve bohem havası ile hemen tatildeymişsiniz hissi yaratıyor. Şehrin duvarlarında graffitiler, sokaklarda ellerinde biraları ile parti havasında insanlar, kapıların arkasından gelen müzik.
Lizbon’dakine benzer bir şekilde yukarı ve aşağı iki şehir var aslında, Cerro denilen tepedeki bölgelerde şehri yukarından seyredebileceğiniz ‘mirador’lar, yani manzara yerlerinde duracaksınız. Yine tepede eskiden hapishane binası olan yer bugün bir kültür merkezi ve park, burada Mimarlık Bienali’nin açılışını izliyor ve sergiyi geziyoruz. Parkın karşı tarafında büyük bir mezarlık. Hemen arkasındaki sokakta Dan 399 isimli mekan hem ortak çalışma alanları, hem de sergileri, restoranı, kafesi ile vakit geçirmekten keyif alacağınız bir yer.
Pablo Neruda Vakfı’nın ziyarete açtığı, şairin diğerleri Santiago’da ve Isla Negra’da bulunan üç evinden biri de Valparaiso’da Bellavista mahallesinde. Şehrin sahil tarafında bir zamanlar buranın ihtişamlı zamanlarından kalma tarihi binalar görüyorsunuz. Bunlardan biri El Mercurio, Valparaiso’nun ve ülkenin en köklü gazetesinin merkezi olan olan bina. Hava karardığında biraz tekinsiz bir hali olduğu da söylenebilir buranın, genel olarak Latin Amerika’da olduğunuz hissettiren o hal. Buraya gelenlerin çoğu hemen karşı kıyıda yer alan tatil beldesi Viña del Mar’da konaklayıp (daha çok otelin ve ayrıca plajın olduğu ve teknelerle Valparaiso’dan geçebileceğiniz yer) şehri ziyarete geliyorlar.
Valpo’da ulaşım yöntemlerinden biri de bizim alışık olduğumuz dolmuşlar, kolectivo denen bu taksiler belli güzergahlarda gidip geliyor ve elinizi kaldırdığınızda içinde yolcu da olsa yer varsa durup sizi alıyorlar. Mimarlık Bienali’nin burada yapılması hem dört üniversitenin Valparaiso’da bulunmasından hem de şehrin mimari açıdan 19. yüzyılın sonlarında kentsel yapılaşmanın, tepeler üzerinde kurulan bu değişik mimari stilin bir örneği olarak bugün bir model teşkil etmesinden kaynaklanıyor. 1914’te Panama Kanalı açılana kadar burası Macellan Boğazı’ndan geçerek Atlantik’ten Pasifik okyanusuna, bu iki okyanus arasında yol kateden gemilerin durak yeriydi, bu nedenle de tarihi bir öneme sahip. Bu liman şehrinin hem coğrafi konumu, hem de tepelerin üzerine kurulması, kendine has bu mimari stili ve kentsel yapılaşması oldukça ilginç, kendi başına bir anfitiyatro olan bir şehir!