Yıllar boyunca Côte d’Azur adı geçtiğinde hep ürperiyorum. Côte d’Azur bana ancak filmlerde görebileceğim ve Hollywood yıldızlarının gidebileceği kadar uzak ve pahalı geliyor. Sonra bir zaman geliyor cesaretimi toplayıp yaz tatilimi Côte d’Azur’de geçirmeye karar veriyorum. Araştırmalara başladığımda da Côte d’Azur’la ilgili önceki endişelerimin tamamen yersiz olduğunu ve bölgede her zevke ve bütçeye hitap eden birçok farklı kasaba ve sahil olduğunu keşfediyorum. Ben de rotamı Cannes, St. Tropez ve Monaco’yı hariç tutarak oluşturuyorum. İlk durak İtalya sınırındaki Menton kasabası. Konaklama alternatifleri de daha uygun fiyatlı olduğu olduğu için Menton’u konaklama merkezi yapıp, her gün başka bir Côte d’Azur kasabasını ziyaret ediyorum. Côte d’Azur çoğu bölgesinde “beach club” mantalitesinden uzakta kalabilmiş kendi halinde ve giriş ücreti olmayan sahilleriyle beni çok etkiliyor. Havlunuzla trene atlayıp, gözünüze kestirdiğiniz sahilde inebilirsiniz. Bir çok insan o şekilde hareket ediyor. Benim en favori bölgem ise Roquebrune-Cap-Martin oluyor. Neredeyse çıt çıkmayan bu sahilde herkes kendi halinde, kitap okuyor denize giriyor. Karnınız acıkırsa ve ciddi bir trekkingi de göze alırsanız, Roquebrune’un en tepesinde muhteşem manzaları ile Les Deux Freres’i öneririm. Arabasızsanız tırmanırken yorulacaksınız ancak inanın manzaralar ve atmosfer buna fazlasıyla değer! Bir sonraki favorim ise deniz kıyısındaki Picasso müzesiyle Antibes Juna les Pins oluyor. Côte d’Azur’un entellektüel yüzü olarak niteleyebileceğim bu kasaba, kendi halindeki restoran, kafeleri ve müzesiyle zarif bir sahil kasabası. Nice’e ise ancak Paris’e gece treniyle dönüş vaktim geldiğinde gidiyorum. Nice klasik anlamda bir şehir ama ünlü Promenade des Anglais’i ve upuzun sahiliyle yine de aklınızda yer edecek bir şehir. Nice’in plajı diğer Côte d’Azur kasabalarına göre çok daha kalabalık. O nedenle ben kumsal yerine, caddesinde oturup bir şeyler içmeyi tercih ediyorum. Sahilden tren istasyonuna giden upuzun caddede ise o kadar güzel mekanlar var ki, neredeyse trenimi kaçırma pahasına bir şarap evinde yarım saat mola verip, Paris’e tüm gece boyunca sürecek seyahatinde trene bindiğim anda uyumayı garanti altına alıyorum.