Bondi Beach’e giderken beklentilerimi kısmen Point Break, kısmen de Perfect Mothers filmini baz alarak şekillendiriyorum. Sörf ve uzun uzadıya Avustralya sahillerini gösteren görsel açıdan keyifli iki film. Bondi’yi otobüsten gördüğüm anda ise Terrence Malick’in Tree of Life filmi de giriyor listeye. Güneşin yansıması nedeniyle sahildeki yüzlerce insanın bir rüya karesindeymiş gibi gözüktükleri bir kumsal. Normalde kumsal meraklısı olmasam da, Bondi gerçek anlamda başımı döndürüyor. Seyir tepesinden kumsalı mı izlesem, merdivenlerden koşup sahile mi insem, yoksa instagramda en çok post edilmiş mekanlar listesinde yer alan ve havuzla okyanusun birleştiği Bondi Iceberg Club’a mı gitsem diye telaşa kapılıyorum. Neyse ki heyecanımı biraz bastırıp, sırasıyla hepsini yapıyorum.
Bondi’ye Sidney şehir merkezinden hem otobüs hem de metro ile ulaşım çok kolay ve çıkış noktanıza göre 20-30 dakika arasında ulaşabiliyorsunuz. Ben de bu imkandan fazlasıyla istifade edip günbatımına doğru sayısı yüzlere çıkan dalga sörfçülerini izlemek için defalarca tekrar şehirden Bondi’ye iniyorum. Okyanus üzerinde birer aksiyon filmi kahramanı gibi gözüken havalı sörfçülerin kimisinin sudan çıktıklarında aslında 13-14 yaşında çocuklar olduğunu ve anneleri tarafından alınmaya geldiklerini görünce de yüzüme bir gülümseme yerleşiyor. Güneş batıp sörfçüler yavaş yavaş sudan çıkarken ben de kendimi Bondi’nin arka caddelerine atıyorum. Buradaki kafeler sahil caddesinde dizili olanlara göre çok daha sakin. Sörfçüleri izlemenin bünyemde yarattığı adrenalini Bondi’nin en sevdiğim kafe/restoranı Speakeasy’de hafif bir yemek ve kırmızı şarap ama daha da önemlisi harika bir lounge müziği ve ev sahipliği ile biraz olsun yatıştırıyorum. Bondi bende neredeyse bağımlılık yaratıyor – bu denli güzel bir kumsal ve arkasında yaşanan rahat kasaba hayatının şehir merkezine toplu taşıma ile sadece 20 dakika mesafede olması da inanılmaz.